Ölülerin İradesi
Ruined King'in PS5 ve Xbox Series S|X konsollarına çıkışını kutlamak adına Ruined King'de anlatılan hikâyenin üzerine eklemeler yapacak ve oyunda birleştirmeye vakit bulamadığımız bazı noktaları birleştireceğiz. Umarız okumaktan keyif alırsınız. Süregelen desteğiniz için müteşekkiriz.
Illaoi, halkının sözcüsü olmadan uzun zaman önce sahildeki bir Buhru tapınağında rahibe yardımcısıydı. Her sabah deniz kıyısına giderek güneşin altında antrenman yapardı. Hocalarının büyük önem verdiği ilkelere odaklanmaya çalışırdı. Disiplin. Hareket. Güç.
Bir sabah kumsalda tek başınayken denizin daha önce hiç olmadığı kadar çekildiğini gördü. Yılan çığırtkanı kulelerindeki gözcüler uyarı çanlarını çalarak ufka doğru işaret ediyorlardı.
Uzakta beliren devasa bir dalga kıyıya yaklaşıyordu. Kemiği bile un ufak edebilecek ve denizdeki insanları başka kıyılara savuracak kadar güçlü olduğu belliydi.
Uyarı çanlarının çalmaya başlamasından hemen sonra, Illaoi'nin zihnini büyük bir korku kapladı. Hocalarından öğrendiği her şeyi bir anda unutmuştu. Kaçacak vaktim var mı? diye düşündü. Yoksa burada öylece dursam mı?
Bir dalgaya baktı bir de suyun sınırına. Ayaklarının dibinde toplanmış pembe yengeç sürüsünü fark etti. Dalga tüm suyu kendine çekmişti ve yengeçler gün ışığında, ıslak kayaların üzerinde, ne yapacaklarını bilmez halde hiç hareket etmeden öylece duruyordu.
Zavallıcıklar, hissettikleri korkuyu anlayamayacak kadar küçüklerdi. Bir yengecin öyle bir dalgadan kaçmak için yapabileceği pek fazla bir şey yoktu.
Ama Illaoi'nin vardı. Derhal kendini toparlayarak tapınağın kapılarına doğru hızla koştu. Rahibeler kapıları kapatırken tam zamanında yetişmişti. Tapınağın büyük duvarının üzerinde oturup dalganın kıyıyı dövüşünü izlerken biraz önce korkudan nasıl da donakaldığını düşündü.
Ölebilirdim. Tam on altı yaşındaydı ve daha önce hiç ölüme bu kadar yaklaşmamıştı.
Hocalarına “Bir daha olmayacak,” diye söz verdi. Yılan Ana Nagakabouros, gelişenleri ve değişenleri severdi. Üstlerine doğru gelen koca bir dalga varken kılını dahi kıpırdatmayanlara karşıysa hiç acıması yoktu.
Bugünlerde Bilgewater sokakları Illaoi'ye o ürkek yengeçleri hatırlatıyordu.
Öğle vaktiydi. Yakıcı güneş tam tepedeydi. Normalde sokaklar karaya çıkışlarını kutlayan denizcilerle veya kazançlarını harcayan deniz canavarı avcılarıyla dolu olurdu. Fakat bugün sokaklar ciddi ifadeli yüzlerini aşağı eğmiş, sessizce ve alelacele bir yerlere koşuşturan insanlarla doluydu.
Bilgewater iç savaşın eşiğindeydi ancak bu, bölgede yeni türeyen çatışma meraklılarının çıkardığı bir savaş değildi. Sarah Fortune ve Gangplank uzun zamandır aynı savaşı sürdürüyordu. Mümkün olsa yüz kere daha aynı savaşı verirlerdi. Gangplank tahtını geri istiyordu, Sarah'ysa Gangplank'i öldürmek. İkisinin de değişmemekte bu denli direnmesi, şehri bile çürütmeye başlamıştı. Her ikisi de zaferin onlara kaybettikleri şeyleri geri vereceğine inanıyordu. Belki saygı. Belki de yitip gidenler için adalet. Yenilginin ve başarısızlığın acısı belki o zaman bir nebze hafiflerdi.
İkisi de umurumda olmasaydı her şey o kadar kolay olurdu ki, diye düşündü Illaoi. Ama Sarah en yakın arkadaşı, Gangplank'se eski aşkıydı. Geçmişlerine böylesine takılıp kalan ve potansiyellerini boşa harcamaya bu kadar hevesli başka kimseyi tanımıyordu.
Illaoi kolunun altında duran kilitli kutuya baktı. “Bu senin de suçun,” diye mırıldandı.
Kutu ona çığlık atarak karşılık verdi.
Çığlıkları sessizdi, dikkatlice dinlemeyen hiç kimsenin anlayamayacağı kadar alçaktı. Ama Illaoi seslere ne zaman odaklansa zihninin kıyılarında nefret dolu bir varlık kıvranmaya başlıyordu.
Her şeyin suçlusu kilitli kutunun içindeki, boğuk sesiyle çığlıklar atarak Illaoi'ye gece gündüz dehşet verici lanetler yağdıran kişiydi.
Sarah'nın ruhunu karanlıklaştıran oydu.
Tam o sırada Sarah'nın mürettebatından bir ekip köşeyi döndü. Her birinin kemerinde kılıçlar ve tabancalar asılıydı. Parmaklarında pirinç muşta vardı. Üstleri başları kan, ter ve baruta bulanmıştı. Çetin bir savaştan çıktıkları belliydi.
Elbette yanlarında bizzat Sarah Fortune da vardı. Öyle bitkin görünüyordu ki... Süslü kaptan ceketinin sağ kolu kan lekesi olmuştu. Omuzları düşmüş ve şapkası aşağı doğru kaymıştı, sanki gökyüzünden sadece kendisinin hissedebildiği, buz gibi bir yağmur boşanıyordu.
“Selam, Illaoi,” diye seslendi Sarah, duygusuz ama tiz bir sesle. “Hadi şu işi halledelim.”
“İyi misin?” diye sordu Illaoi. “Berbat görünüyorsun.”
“Bir haftadır Gangplank'in peşindeyim.” Sarah sessizce feryat eden kilitli kutuyu işaret etti. “Üstelik o şey hâlâ bu adada. Artık şunun icabına bakalım.”
Yakınlardaki bir antika dükkânının önünde durdular. Sarah'nın adamları, silahları çekili vaziyette kapıda nöbet tutarken Illaoi önden içeri girdi.
Onu gören dükkân sahibinin gözündeki büyüteç parıldadı. “Illaoi!” diye haykırdı. “Ne zamandır ortalarda yoksun!”
Jorden Irux upuzun kolları ve bacakları olan, çırpı gibi bir adamdı. Aynı zamanda şehirde hem paylangi hem Buhru kanı taşıyan tek antikacıydı. Illaoi yadigârlar konusunda yardıma her ihtiyacı olduğunda onun yanına uğrardı.
“Sana bir bulmaca getirdim Jorden,” dedi Illaoi, tezgâha koyduğu kilitli kutuya pat pat vururken.
“Bir değil, iki tane getirmişsin bence,” diye yanıtladı Jorden, Sarah'ya bakarak. “Kaptan Fortune'u fakirhanemde görmek ne büyük şeref!”
“Abartma istersen,” diye tersledi Sarah. “Şu işi halledelim artık.”
Illaoi anahtarı kutuya sokup döndürdüğü anda Sarah'nın tüyleri ürperdi. Açık camgöbeği rengindeki rahatsız edici bir ışık huzmesi karşıdaki duvara yansıyordu.
Kutunun içinde bir tılsım vardı. Tılsım, Buhru tarzında oyulmuş ve ince bir telle birbirine bağlanmış üç kıvrımlı taştan oluşuyordu. Taşlar içlerine hapsedilmiş ruhun ışığıyla parıl parıl parlıyordu.
“Off, çok fena.” Jorden da çığlıkları duyabiliyordu. “Tanrıça aşkına, yoksa bu...”
Illaoi başıyla onayladı. “Camavor'lu Viego.”
Kadim bir kralın gözü dönmüş ruhunun Bilgewater'ı yerle bir etmeye teşebbüs etmesinin üzerinden henüz bir hafta geçmişti. Artık şehirdeki herkes onun kim olduğunu biliyor ve adına lanet okuyordu. O tılsımdan çıkacak olursa aynı şeyi bir daha yapar.
“Bu geçici bir çözüm,” dedi Sarah. Kısa, acı bir kahkaha patlattı. “Onu kesin olarak nasıl öldürebileceğimizi bulamadık. Oradan çıkarsa neler yapabileceğini kestirmek güç.”
Illaoi başıyla onayladı. “Tarihçilerimiz bu taşların yılan kehribarından yapıldığını söylüyor... ama taşları kırınca ruhu serbest mi kalacak yoksa ölecek mi bilmiyoruz.”
“Tanrıça'nın Gözyaşları demek? Hiç şaşırmadım,” dedi Jorden, Buhruların yılan kehribarına taktığı ismi kullanarak. “Çok nadir bulunan bir taştır, onu parçalamak aptallık olur.” Taşa doğru eğilip büyütecini düzeltti. “Buhru bir zanaatkârın elinden çıkmış. Bizim insanımızın tarzı kendini hemen belli eder. Ama arkasında bir sembol var... Bu taş tam olarak nereden geldi?”
Illaoi güldü. “Aslına bakarsan Gölge Adalar'dan. Halkımız oradaki âlimlerle birlikte çalışmıştı. Adalar bu hale gelmeden önce yani.” Şayet Viego kaçarsa Bilgewater'ı da lanetli bir mezarlığa dönüştürmeye
çalışacak.
“Bir şeye bakmam gerek.” Jorden oturduğu tabureden kalkarak dükkânın arkasına doğru yöneldi.
Ardından yarım saniye süren tuhaf bir sessizlik oldu... Sonra Sarah, Illaoi'ye döndü. “Ne diyeceğini biliyorum,” dedi sert bir tonla. “O yüzden sakın yine başlama.”
“Bir şey demeyecektim ki.” Son tartışmalarından sonra gerçeğe kulak vermeyi ısrarla reddeden Sarah'ya daha da diretmenin âlemi yoktu. “Hâlâ Gangplank'in peşinde olmanın beyhudeliğinden ya da bunun şehre ne denli zarar verdiğinden bahsetmeyi düşünmüyordum. Bu tuhaf sessizliği devam ettirmeyi planlıyordum aslında.”
Sarah kaşlarını çattı. “Berbat bir hafta geçiriyorum zaten. Bir de sen üstüme gelme.”
Jorden hızla odaya girdiğinde ikisi de sustu. Elinde, üzerinde tuhaf yazılar bulunan bir parşömen vardı. Illaoi bu alfabeyi tanıyamamıştı. Üstelik bir de... kule resmi miydi o?
“Bakın.” Jorden tılsımın arkasına oyulmuş, eşleşen sembolleri gösterdi. “Bunu yapan kişilerin işareti. Alacakaranlık Kardeşliği.”
“Ne kasvetli isimleri varmış,” dedi Sarah. “Daha önce duymamıştım.”
“Kutlu Adalar'dan dini bir topluluk. Ama çok uzun zaman önce dağıldılar.”
“Tüh.” Sarah kafasını iki yana salladı. “Çıkmaza girdik desene.”
Jorden bir şeyden bahsetmeyi unutmuştu. “Durun, şimdi hatırladım da... Biri var aslında. Örgütün temsilcisi olduğunu iddia eden kaçık bir keşiş. Ama... sürekli orada vakit geçiren insanların nasıl tipler olduğunu bilirsiniz.”
Bir zamanlar Kutlu Adalar'da yaşayan mutlu halktan geriye kalan yozlaşmış ruhların pek iyi komşular olduğu söylenemezdi. Kara Sis'in gölgesi altında geçirdikleri bin yılın ardından çoğu biçim değiştirerek türlü türlü canavarlara, fani zayıflığının korkunç birer tezahürü olan hortlaklara, hayaletlere ve sis gezginlerine dönüşmüştü. Bu gölgelerle birlikte yaşamayı seçen bir insan hem olağanüstü derecede güçlü hem de epey tuhaf biri olmalıydı. Adalar'ı yuvası olarak kabul eden fanilerin bazıları ölümü, hastalığı ve nedendir bilinmez, örümcekleri kutsal sayardı.
Ancak Illaoi, Gölge Adalar'dan gelip de karşısına çıkmaya cüret eden herkesi Tanrıça idolüyle denizyıldızı gibi dümdüz etmeyi bilmişti. “Öyle tiplerden korkmam ben,” dedi Illaoi. “Adalar'ın en güçlü canavarı Thresh'i bile alt ettik biz. Ona kıyasla bu keşişten istediğimizi almak çocuk oyuncağı olacak. Hem tılsımla ilgili bir şeyler biliyordur belki.”
Jorden'a ödemesini yapıp yeniden sokağa çıktılar. “Bu işin sonunda yine Gölge Adalar'a gitmen gerekeceğini düşünmemiştim,” diye söylendi Sarah. Üzgün olduğu sesinden belliydi.
Illaoi başını eğdi. Viego'yu tılsıma hapsetmeden önce Adalar'a kadar peşinden gidip onunla orada savaşmışlardı. Arkadaşlarıyla birlikteyken yıkık dökük harabelerin arasında kamp yapmak ve ateşin başında yemek yemek epey keyifliydi. Ama aradan bu kadar az süre geçmişken oraya tekrar, tek başına gitmesi gerektiğini düşündükçe... bunalıyordu.
“Sana gemi bulmamız lazım. Bana iyilik borcu olan bir kaptan var. İsmi Matteo Ruven. Gölge Adalar'a güvenli bir şekilde nasıl gidileceğini biliyor. Ama ona sakın tılsımdan bahsetme.”
“Şehirde güvenebileceğimiz çok az insan kaldı,” diyerek katıldı Illaoi.
Birdenbire Sarah'nın yüzü kızardı. Kaşlarını çattı.
Off, bunu söylememeliydim, diye farkına vardı Illaoi. Güvenmiyor ki bana. Çünkü Gangplank'e karşı verdiği gereksiz savaşta onun yanında
çarpışmıyorum.
“Bana hâlâ kızgın olduğunu biliyorum,” dedi Illaoi. Sarah'nın kulak vermeyi reddettiği gerçekleri dile getirmenin başka bir yolunu bulmaya çalışıyordu. “Ama benim dostluğum... mücadele gerektiriyor. Değişim gerektiriyor.”
“Kralın tılsımın içinden söylediği her şeyi duyuyorum,” diye itiraf etti Sarah. “Daha önce anlatmış mıydım? Gece gündüz, hiç durmadan... annemden bahsediyor.” Sesi titriyordu, yüzü ekşimişti. “Şehrin ta öbür ucundan bile kutunun neler fısıldadığını duyabiliyorum.”
İnanamıyorum. İnsan buna nasıl katlanır ki?
Illaoi arkadaşına sarıldı. İçinden gelmişti ve Sarah'nın ne düşüneceğini umursamadan sarılıvermişti işte.
Sarah önce tepki vermedi, sonra o da kollarını Illaoi'nin beline doladı. Gözleri yaşla dolmuştu. “Off,” diye nefes verdi. “Tamam. Hadi yeter bu kadar.”
“Başarman gereken daha büyük işler var,” dedi Illaoi, Sarah'ya. “Seni bekleyen daha güzel şeyler var.” Illaoi söylediklerine inanıyordu. Yeryüzünde bu denli inandığı başka hiçbir şey yoktu. Ama bunu ne kadar dile getirirse getirsin Sarah onu anlamamakta ısrarcıydı.
“Daha güzel şeyler mi?” Sarah süzülen gözyaşlarını eliyle sildi. “Bunu Gangplank'e de söylesene.”
Kaptan Ruven'ın gemisi Eğitimli Sıçan'ı ertesi gün açılmaya hazır etmek için verdiği uğraşa bakılırsa Sarah'ya olan borcu epey büyük olmalıydı.
Illaoi geldiğinde denizciler gemiyi denize açılmaya elverişli hale getirmek için sağa sola koşuşturuyordu. Ruven komuta güvertesinden bağırarak emirler yağdırıyordu. Yaşlıca biriydi, zayıf ve uzundu, çıkık dirsekleri vardı. Kıvır kıvır turuncu saçları rüzgârdan dağılmıştı.
Onu çat diye ortadan ikiye ayırabilirim, diye düşündü Illaoi. Onun için iki tip insan vardı: ortadan ikiye ayırabileceği insanlar ve ayıramayacağı insanlar. Dünyayı bu şekilde sınıflandırmak kolayına geliyordu.
Ruven komuta güvertesinden ona doğru el sallıyordu. “Seni tanıyorum,” dedi. “Sen Buhru kraliçesisin.”
“Ne kraliçesi be?” dedi Illaoi. “Ben bir sözcüyüm. Rahibeyim.” Umarım bu adam böyle sinirimi bozmaya devam etmez, diye düşündü.
“Peki o zaman.” Ruven omuz silkti. “Gemi epey kötü durumda. Ama yolculuğa on iki saat kala haber verilince anca bu kadar oluyor işte.” Yüzünde güven veren, neşeli bir gülümseme belirdi ve tokalaşmak üzere elini uzattı. “Senin için aşağıda boş bir kamara ayarladık.”
“Bugün yola çıkabilecek miyiz?” diye sordu Illaoi.
“Çıksak iyi olur. Yoksa Sarah Fortune beni deniz canavarlarına yem eder.”
Geminin koridorları öyle basıktı ki Illaoi'nin idolü alt güvertenin merdivenlerine zar zor sığıyordu. Denizde dövülmüş bu koca metal küre, Illaoi'nin yapılı omuzlarından daha genişti. Aşağı katın tavanı idolü sırtında taşıyamayacağı kadar alçak ve koridorları yanında taşıyamayacağı kadar dardı. İdolü kalçasının üstünde dengeleyip yan dönerek topların arasından kıvrıla kıvrıla ilerlemesi gerekmişti.
“Affedersiniz,” diye mırıldandı ellerinde bez ve kovalar olan bir grup denizcinin yanından zar zor geçerken. Denizcilerin sessizce küfürler savurduğunu duymuştu. Illaoi'nin deneyimlediği kadarıyla denizciler genelde hareketli, değişime hazır insanlardı. Böyle paylangi'leri çok severdi. Ancak bu mürettebat öyle değildi, herkesin tepesinde bir kasvet bulutu vardı. Gemiye hâkim olan korku, denizden gelen tuz ve çürümüş halat kokusu kadar gerçekti.
Bilgewater'daki huzursuzluk burayı da etkiliyor demek.
Gemi demir alıp sırtını rüzgâra verirken Illaoi yine Ruven'la konuşmak için esintili komuta güvertesine çıktı. Çok geçmeden şehrin çarpık silueti dalgaların ve orada burada uçuşan kuş sürülerinin arkasında kalmıştı.
“Bilgewater arkamızda kaldığına göre artık rahat bir nefes alabiliriz,” dedi Ruven gülerek.
“Bilgewater'ın Gölge Adalar'dan daha korkunç bir yer olduğunu mu düşünüyorsun?” Bu durum Illaoi'ye komik gelmişti. “Orada durumların hiç iyi olmadığını biliyorum ama Gölge Adalar çok daha kötü.”
“En azından oradaki ruhların hiçbirinin benimle kişisel bir derdi yok,” dedi Ruven. “Ama öte yandan gözü pek kraliçemiz... Aramızda kalsın ama hâlâ hayatta olduğum için çok şanslıyım.”
Illaoi tek kaşını kaldırdı. “İkinizin arasında ne geçti öyle?”
Ruven gergin gergin güldü. “Ona borcum var. Bir anlaşma yaptık. Seni oraya götürüp getirirsem tüm borçlarım silinecek.”
Birini Gölge Adalar'a göndermek ona borcunu ödetmek için epey acımasız bir yoldu. Borçlu kişinin bir hortlağın gazabına veya örümceğin ısırığına kurban gitmesi işten bile değildi. “Borcun epey büyük galiba?”
“Evet. Onu havaya uçurmaya çalıştım.”
“Ne?!”
“Bak, Gangplank için çalışmıyordum.” Ruven elleriyle yüzünü ovdu. “Sadece yeni ganimet harçlarına karşıydım. Yeni arkadaşlar edinmiştim ve bu... onların fikriydi.”
Yazgısına cüretkârca göğüs geren ve seçimlerinin sorumluluğunu üstlenen bir adamın ağzından dökülecek cümleler değildi bunlar. Belli ki Ruven başkalarının sözüne fazla güvenmiş, onlardan etkilenmişti.
“Ama Kaptan Fortune böyle bahanelere kulak asmıyor,” dedi Illaoi. “Bugünlerde sana benzer sorunları tabancayla çözmeyi yeğliyor.”
“Öyle.” Ruven'ın sesi düşmüştü. “Mürettebat... durumdan hiç memnun değil. Bu yüzden işimizden, kazancımızdan olduk. Ben de Fortune'a gidip çok maharetli olduğumu, eskiden babamla birlikte Gölge Adalar'a giden gemilere rehberlik ettiğimi ve başka kimsenin bilmediği rotaları bildiğim için işine yarayacağımı söyledim.”
“Başkası tarafından kullanılıyorsan özgür değilsindir,” dedi Illaoi.
“İnfaz edilmekten iyidir! Bak, sen Fortune'la arkadaşsın, değil mi?” diye sordu. “Onun düşmanı olmanın insanı ne denli tükettiğini bilemezsin. Zavallı ihtiyarın teki olabilirim ama sonuçta ben de yeni bir şeyler öğrenebilirim.”
Illaoi adamı şöyle bir süzdü. Hiç sanmıyorum, diye düşünürken buldu kendini. “Hayatını durağanlığın yönlendirmesine izin veriyorsun,” dedi. “Hareket olmadan arzuladığın özgürlüğe ulaşman imkânsız. Ruhani rehberliğe ihtiyacın var senin... sağda solda gördüğün insanlarla dertleşmeye değil.”
Ruven güldü. “Bana ikisi de uyar aslında.”
Illaoi iç çekti. En durgun insanlar bile ruhlarının derinliklerinde hareket eden ve değişen gizli akıntılar barındırabilirdi. Herkes değerini kanıtlayabilmek için bir şansı hak eder.
Illaoi şundan emindi: Eğer bu adam değişebilirse Sarah da değişebilir.
“İstersen konuşabiliriz,” dedi Illaoi. “Yolculuk sırasında vaktimiz olursa yani.”
Ruven konuşmaya bayılıyordu.
Illaoi'ye babasından bahsetti. Babası kiralık bir rehber ve Bilgewater'ın en kalabalık meyhanelerinin sıkı bir müdavimiydi. Kaptanlardan bedavaya içki koparır, küçük işler peşinde koşardı. Ruven'ın ona en çok ihtiyaç duyduğu zamanlarda yanında değildi. Ancak Gölge Adalar'a giden rotayı bulurken, Ruven'ın söylediğine göre babası o sıralar koca bir miras inşa etmekle meşguldü.
“Vardığımızda göreceksin. Müthiş bir rota. Adalara güvenli bir şekilde yaklaşmanın tek yolu. Oranın sahilinde tek bir hortlak bile görmedim.”
“Çok güzel. Peki bu yolu nereden öğrendin? Baban mı gösterdi?”
Ruven güldü. “Yok canım, nerede o günler! Haritaları elime tutuşturur, beni eski püskü teknelerden birine tıkar ve yolculuğa gönderirdi. Ben Kara Sis'in içinde bir başıma ilerlerken o gemisinde rahat rahat otururdu!”
“Muazzam bir zorluğun üstesinden gelmişsin,” dedi Illaoi. “Tek başına Gölge Adalar'a gitmenin yolunu bulan biri hayatını değiştirmenin de bir yolunu bulabilir elbet.” Sarah'yla birbirlerine benziyorlar, diye düşündü Illaoi. İçinde büyük bir güç yatıyor. Sadece onu bulması gerek.
Yolculuğun son günlerine yaklaşırken gün ışığı giderek dengesiz bir hal almaya başlamıştı. Her öğleden sonra, güneş ışığını âdeta emen koca bir karartı yüzünden erkenden “akşam” çöküyordu. Sebebi henüz sınırında oldukları Kara Sis'ti. Gözcülerin gerginliği ve korkusu gittikçe artıyordu. Her türden hortlak ve yaratık sis perdesinin arkasından kolayca saldırabilirdi.
Kendi inancını bırakıp Illaoi'nin inancını kabul eden kişilerin çoğunluğunu Gölge Adalar'a gitmiş denizciler oluşturuyordu. Onun durağanlığı lanetleyen vaazlarını duyduklarında ne demek istediğini hemen anlıyorlardı. Siyah kumlu kıyılar. Çürümüş, çarpık, yapraksız ağaçlar. Balçığa gömülü, okyanus sularının sıçramasından nemlenmiş, pürüzsüz, koyu renkli taştan heykeller...
Lanetli Adalar ufukta belirmeye başlarken Ruven dur durak bilmeden espriler yapıyor, yüzü asık denizcilerle dalga geçiyordu. Buhrular böylelerine dalga atlatan derdi. Böyle insanlar ayaklarının ıslanmaması için sebepsiz bir korkuyla kıyıda bir ileri bir geri gider, büyük adımlar atmaktan kaçınmak için çok sayıda küçük adım atarlardı.
Ancak Adalar'a, tepelerdeki kule yıkıntılarını seçebilecekleri kadar yaklaştıklarında Ruven çılgın enerjisini eyleme dökmeye başladı. Önce kamarasına kapanıp ortadan kayboldu, ardından elinde not ve çizimlerle dolu kâğıtlarla döndü. Ama dümenciye çekilmesini söyleyip dümene kendisi geçtiğinde, az sonra kusacakmış gibi görünüyordu.
Illaoi'ye, “Değerimi kanıtlamamın vakti geldi,” dedikten sonra görev başındaki mürettebata dönerek bağırdı: “Yarım yol ileri!”
Gemi tuhaf bir şekilde kıyıya doğru ilerlemeye başladı. Ruven dümenle resmen cebelleşiyor, her ani dönüşte tüm ağırlığını dümene veriyordu. Sivri uçlu kayaların hemen hemen bir kol boyu yakınından geçen geminin dört bir yanı gıcırdıyordu. Illaoi, Ruven'ın okunması imkânsız kâğıtlarına göz gezdirdi. Sarah'nın onu neden öldürmediğini şimdi anlıyorum. Bildiği şeyleri
kendisinden başkasının anlaması mümkün değil ki.
Kayalıklı, küçük bir koyda durdular. Parçalanmış taşlar açık denizden fark edilmelerini, sarp uçurumlarsa geminin direğinin ve yelkenlerinin kıyı şeridinden görünmesini engelliyordu. Orada bulabilecekleri en güvenli liman burasıydı... ve neyse ki manastırdan çok da uzakta sayılmazdı.
Ruven o yorgunlukla dümene yaslandı. “İşte ben bu yüzden bu işlerin aranan adamıyım,” dedi. “Kaptan Fortune'a kahramanlıklarımı anlatırsın, değil mi?”
Hemen hemen yirmi denizci, ki bu mürettebatın yarısından fazlası ediyordu, görev için karaya çıktı. Manastır yürüyerek birkaç saat uzaklıktaydı. Illaoi yanına sadece idolünü, dolu matarasını ve kilitli kutuyu almıştı.
Mürettebata, “Birbirinizden ayrılmayın,” dedi. “Tanrıçam sisten çok daha kudretli. Bu yüzden sis onun idolünden korkuyor. Birlikte hareket edersek buradan sağ salim çıkarız.”
Denizciler Illaoi ve Ruven'ın arkasına dizildi. Ardından hep birlikte ormanın derinlerine doğru ilerlemeye koyuldular. Illaoi'nin idolü sisi yarıp aydınlatıyor, yürüdükleri yolun iki yanındaki tuhaf mimariyi ve bitkileri açığa çıkarıyordu. Sanki her şey bir anda çürümüş, sonra da donmuştu. Muhtemelen Buhru başkentindeki kalelerden çok daha yaşlı olan kupkuru ağaçlar, yanlarından geçen denizcilerin yüzlerini ve omuzlarını çiziyordu.
Çok geçmeden küçük bir kasabanın harabelerine ulaştılar. Yıkık duvarlar yüzünden çalılıkların arasından ve etrafından yürümek zorundalardı. Bir zamanlar muhtemelen bir sokak, şimdiyse çalıların arasında yatan dar bir patikadan ibaret olan yoldan tek sıra halinde ilerlemek için yavaşladılar.
Kuru çalıların ve ağaçların hepsi birbirine benziyordu. “Nereye gittiğimizi biliyor musun acaba?” diye sordu Illaoi'nin arkasından gelen bir ses sert bir tavırla.
Dağınık sakalları ve lekeli altın dişleriyle ufak tefek bir adamdı. Ortadan ikiye ayırabileceğim bir adam daha.
“Evet,” diye yanıtladı Illaoi. “İstersen kendi rotanı oluşturmaktan çekinme lütfen. Seni sisin istediğin tarafına doğru seve seve postalarım.”
“Kristof, kes sesini,” dedi Ruven. “Yoksa gemiye döndüğümüzde seni hücreye kapatırım.”
Kristof'un tepesi iyice atmıştı. “Fortune'a yaptıklarından sonra asıl seni hücreye tıkmamız gerekirdi!”
“Yeter, uzatmayın artık,” diye emretti Illaoi. Ama artık herkes tartışmaya katılmıştı. Yükselen sesleri tüm ormanda yankılanıyordu.
Illaoi bunun düşmanları üstlerine çekeceğinin farkındaydı. Bağırışların arkasından, sessizce yaklaşan çıtırtı seslerini duyabiliyordu. Yoğun balçığın üzerinde yürüyen birileri vardı.
Patikanın yanındaki çalılık aniden sarsılmaya başladı. Dallar birbirine çarpıyor, her çarpışta kemiğe sürtünen bıçağa benzer sesler çıkıyordu. Pençeye benzer dikenlikler açılarak birer el biçimi aldılar. Her çalının, her ağacın üzerinde günahkâr ölülerinki gibi pörsümüş birer yüz belirmişti.
Tartışma sesleri çığlık sesine dönmüştü. Ardından çalılar âdeta kilitlendi. Patika bir anda kaybolmuştu. Denizciler dehşet içinde sağa sola kaçışmaya başladı. Illaoi birinin kendini ormana doğru attığını gördü ama kalın bir dal onu yakalayıp yere çarptı. Adam üstüne kapanan ağaçların arasında kaybolmuştu, korku dolu haykırışından eser kalmamıştı.
Illaoi bir anlığına arkasında kâğıtlarını döke döke ağaçların arasından koşarak uzaklaşmaya çalışan Ruven'ı gördü. Korkak, diye düşündü. Sonra hortlaklar Illaoi'nin etrafını sardı.
Illaoi'nin yakınında duran denizciler karşı koymaya çalıştı ama kılıçları hiçbir işe yaramıyordu. Yaptıkları şeyin dikenli çalılara kılıç sokmaktan bir farkı yoktu. Hortlaklar üstlerinden seken darbeleri yok sayıp saldırıya geçerek ilerlemeye başladılar ve sivri uçlu odundan uzuvlarını denizcilere sapladılar.
Hortlaklardan biri kendisine doğru atılınca Illaoi tüm gücüyle idolünü savurdu. Ne savurmaydı ama! Hortlağın bedeninden, boş bir kovaya vurulduğunda çıkan sese benzer bir ses yankılandı ve hortlak bin bir parçaya ayrıldı. Başka bir tanesi daha saldırınca Illaoi ona öyle bir yumruk attı ki, çürük bir tahta misali onu ortadan ikiye ayırdı.
İşte bu çok iyi geldi!
Kas gücü, Tanrıça'nın suretlerinin uzmanlık alanıydı. “Nagakabouros,” diye haykırdı Illaoi. “Bizi koru!”
İdolünü havaya kaldırdı, ardından yerdeki çamura sertçe vurdu. Denizciler sadece sendelerken hortlaklar idolden çıkan göz kamaştırıcı yeşil ışığın etkisiyle geriye savruldu.
Paylangi'ler ona hep “Dokunaçlar nereden geliyor?” diye sorardı. Illaoi de onlara “Bunun bir önemi yok,” derdi. Tanrıça her yerde, değişen her şeyin içindeydi. Tanrıça istediği her yere gidebilir, dilediği her şeye dönüşebilirdi. Çünkü her şey değişime kadirdi.
Örneğin bir hortlak değişerek minik hortlak parçacıklarına dönüşebilirdi.
Dokunaçların oluşturduğu bir koruma duvarı yerden patlarcasına çıkarak hortlakları tuzla buz etti. Illaoi de savaşıyordu. Çalılar ve ağaçlar parçalanıyordu. Budaklı tahta kafalar çamurun içinde top gibi yuvarlanıyordu. Illaoi bir anlığına, uzuvları yanlara doğru açılmış şekilde havaya savrulmuş bir hortlak gördü. Kuşa benziyordu.
Etrafındaki hortlakların paramparça olmasının ardından Illaoi idolünü omzuna aldı ve dokunaçlar yok oldu. Patikaya ürkütücü bir sessizlik hâkimdi artık. Kaçan denizcilerden ses seda yoktu, uzaklardan çığlıkları bile duyulmuyordu. Ölenlerin bile bedenleri kayıptı. Muhtemelen ya başka bir yöne doğru savrulmuş ya da köklerin altına gömülmüşlerdi.
Gruba, “Biraz nefes alın,” dedi. “Kimler hâlâ bizimle?”
Sadece yedi kişi kalmışlardı. Kristof da aralarındaydı. “Gidip kaptanı arasak mı?” diye sordu. Pek hevesli görünmüyordu. “Ruven olmadan buradan ayrılamayız.”
Illaoi, Ruven'ın rotalarının çizili olduğu kâğıtların yerde durduğunu gördü, çamura bulanmışlardı. Kâğıtları alıp aralarından Ruven'a verdiği haritayı seçti. Harita lekelenmiş olsa da manastırın yeri hâlâ seçilebiliyordu.
Ruven gemideyken değişime hazır biri gibi görünüyordu. Ancak nihayetinde kendini korkusuna yenik düşmekten alıkoyamamıştı. Belli ki durağan, başkalarının sözüne fazla güvenen, onlardan fazla etkilenen bir ruhtu. Onu sadece kullanmak için kurtarırdım, diye düşündü. Tıpkı Sarah ve diğerlerinin yaptığı gibi.
Üstelik yaralı ve bitkin durumdaki yedi denizciyle onu aramaya çıkmak resmen intihar olurdu. Kristof ve mürettebatın geri kalanı böyle bir sonu hak etmiyordu. Sadece yaşayanlar değişebilir ve gelişebilir, diye anımsattı kendine. Ölüler değil.
Kararını vermişti. “Yolumuza devam edeceğiz,” diyerek herkese duyurdu Illaoi. “Manastıra gidiyoruz. Orada yaşayan keşişin insaflı biri olduğunu umalım.”
Manastırın sisin arasından belirmesi çok uzun sürmemişti. Epey bakımlı görünüyordu. Uzun kulesi tılsımın arkasına oyulmuş simgenin aynısıydı.
Illaoi kapıya yaklaşırken önüne bir adam atladı. Adalar'daki canavarlara öyle çok benziyordu ki Illaoi neredeyse idolünü adamın kafasına geçirecekti.
“Dur! Benim,” diye cırladı Ruven.
Gruptaki herkes bir anlığına donakalmıştı. Ruven'ın vücudu tamamen çamurla kaplıydı. Ceketi kandan sırılsıklam olmuştu. Saçı başı kuru dallarla doluydu. Sanki üstünden sürüyle dev kara yengeçleri geçmiş gibi görünüyordu.
Illaoi rahatlamıştı, tabii bir anlığına. Ardından öfkesi tekrar tüm benliğini ele geçirdi. “Kendinden utanmalısın,” diye çıkıştı. “Mürettebatını bırakıp gittin.”
Ruven şaşırmıştı. “Beni gördüğüne sevinirsin sanıyordum.”
“Vazifesini terk edip kaçan bir adamı gördüğüme neden sevinecekmişim?” Illaoi lafını esirgemiyordu. “Bana değişmek istediğini söylemiştin. Bugün savaş alanında hiç de değişmek isteyen biri gibi görünmüyordun ama.”
Ruven mürettebata mahcup bir bakış attı. O sırada Kristof “Sisten nasıl sağ çıktın?” diye sorarak iyice yangına körükle gitti.
Ruven'ın yüzüne, yanaklarındaki çamuru çatlatan zoraki bir gülümseme yayıldı. “Ben, şey...”
“Illaoi tek başımıza kurtulma şansımız olmadığını söylemişti.”
Ruven'ın gülümsemesi soldu. “Madem o kadar merak ediyorsun söyleyeyim: Ben de kendimce önlemimi almıştım. Bana bir şey olamazdı yani.”
Illaoi'nin midesi bulanmıştı. Başka kimseyle paylaşmamayı tercih ettiği bir önlem. Belki de bir tür
yadigârdır. “Yaptığın ayıbı sonra tartışacağız,” dedi. “Şimdi içeri girmemiz gerek.”
Dönerek devasa ahşap kapıyı çaldı. Kapının sesi arkasındaki boşlukta yankılandı. Ardından yukarıdan biri boğazını temizleyerek “Kimdir o?” diye sordu.
Illaoi korkuluk duvarından aşağı doğru eğilen geniş omuzlu ve başlıklı birini gördü. “Ben Illaoi. Buhruların Sözcüsü'yüm,” diye seslendi. “Alacakaranlık Kardeşliği'ni temsil eden keşişi arıyorum. Buraya sığınabilir miyiz?”
Adam bir anlığına duraksadı. “Sizi içeri alacağım,” dedi derin bir sesle. “Ama içerideki hiçbir yaratığa elinizi dahi sürmeyin.”
“Yaratık mı?” diye fısıldadı denizcilerden biri.
Kapılar yavaşça, gıcırdaya gıcırdaya açılmaya başladı. Her biri Illaoi'nin iki katı uzunluğundaydı ve inanılmaz ağırdı. Bir kol boyu kadar açıldıktan sonra, kapıları içeriden itenlerin kim olduğunu gördü: sis gezginleri.
Sis gezginleri tıpkı yorgun insanlar gibi kambur duran ruhlardı. Yerlerde sürünen uzun kolları ve sivri dişlerle dolu sarkık ağızları vardı. Ancak Illaoi'nin gördüğü diğer gezginlerin aksine bunlar sakin ve uysal bir biçimde hareket ediyor, itaatkâr hizmetkârlar gibi kapıyı açıyorlardı.
Illaoi şaşkınlık içinde geri çekildi ama sis gezginleri ona doğru bir hamle yapmadı. Arkasında duran denizciler çoktan silahlarına davranmıştı bile.
Duvardan sarkan adam görüş açılarına girdi. “Sizi korkuttular mı?” diye sordu. “Onlar benim yoldaşlarım.”
Illaoi daha önce onun gibi birini hiç görmemişti. Bir rahip gibi giyinmişti ama sıkı çalışmaktan kaslanmış geniş omuzlarıyla savaşçıya da benziyordu. Onu ortadan ikiye ayırmamın imkânı yok. Adam elinde koyu renkli, sert metalden yapılma ve üstü topraktan kirlenmiş ağır bir kürek taşıyordu. Sanki bu yaratıkları az önce mezarlarından kazarak çıkarmış da gelmiş gibiydi.
Illaoi adamın kollarının çıplak olduğunu fark etti. O maviye çalan ton... resmen teninin rengiydi.
“Sen de mi sis gezginisin yoksa?” Daha önce sis gezginleriyle işbirliği yaptığı olmuştu ama bundan hiç mi hiç keyif almamıştı. Ölümün durağanlığına hapsolmuş varlıkların, yaşayanlara acıdan başka verecek bir şeyleri yoktu. Ayrıca yaşamın kutsallığına da leke sürüyorlardı.
Adam gülümsedi. “Hayatta olup olmadığımı mı soruyorsun yani?”
“Bu adalardayken bunu sorduğum için beni suçlamayacaksın herhalde?”
“Ama sence de biraz mahrem bir soru değil mi?” Düşünceli düşünceli omuz silkti. “Ben bir... bekçiyim. Buyurun, içeri gelin hadi.”
Manastırın avlusu ellerindeki odun ve kaya parçalarıyla mezar taşlarının arasında dolaşan sis gezginleriyle doluydu. Misafirler pek dikkatlerini çekmemişti. Ağızları sonuna kadar açık ve gözleri boş boş bakıyor olsa da sanki tuhaf bir görevi yerine getirmeye çalışıyor gibiydiler.
“Bu saçmalık,” diye fısıldadı Ruven. “Adamın resmen ordusu var.”
“Demek ki o da önlemini almış,” dedi Illaoi. “Baksana, Kara Sis ona saldırmıyor.”
Keşiş konuşulanlara kulak misafiri olmuştu. “Saldırmasına lüzum yok. Çünkü Sis'in Hanımı'na beni izletiyor.”
Kulenin tepesine doğru işaret etti. Illaoi kafasını kaldırdığında belli belirsiz bir figür gördü. Ama orada duran kişi her kimse, sanki görülmekten utanıyormuş gibi hızla duvarın arkasına saklanmıştı.
“Sis'in Hanımı mı?”
“Evet. O da... yoldaşım olur.”
“Peki senin adın ne?”
“Yorick,” diye yanıtladı keşiş. “Kardeşliğin buradaki son temsilcisiyim.”
Illaoi öylece bakakalmıştı. Hayır. Ciddi olamaz. “Son mu?”
“Tüm bu olanların en başından beri buradayım,” dedi sisle kaplı gökyüzünü işaret ederek. “Afet'ten beri buradayım.”
Illaoi, Yorick'inki gibi bir eve sahip olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal bile edemiyordu. Manastırın boş koridorlarındaki tek hareketlilik sağda solda dolaşan sis gezginleriydi. Her biri gizemli görevine pürdikkat odaklanmış vaziyette, tertemiz zeminde sessizce yürüyordu.
Illaoi'nin teni uyuşmuş, ağzı kurumuştu. Hissettiği şey korku değildi, öfkeydi. Ölüleri hizmetkârı olarak kullanıyor. Bu ne vicdansızlık... Ne
iğrençlik... Düşüncesini kendine saklamaya karar verdi. Ne de olsa bu adam Bilgewater'ı kurtarmalarına yardım edebilirdi.
“Anlaşılan yolda şansınız pek yaver gitmemiş,” dedi Yorick üstlerine başlarına bakarak. Ardından sarmal merdivenlere işaret etti. “Fanileri rahat ettirecek çok bir şeyim yok ama aşağıdaki sarnıçta temiz su var. Hem ateş de sizi sıcak tutar.”
Diğerleri aşağı katta yıkanmaya giderken Illaoi gözünü avludaki sis gezginlerinden ayırmadan kapı eşiğinde bekliyordu. Sarah ve arkadaşlarıyla birlikte Viego'yu durdurmak için çıktığı yolculuktan önce, huzursuz ruhlardan kurduğu ordusunun başında bin yıldır ısrarla aynı şeyi yapmaya devam eden bir adamla tanışmış olsaydı... onu gördüğü yerde öldürürdü. Ve bunu yaptığım için Nagakabouros beni kutsardı.
Yorick, Illaoi'nin yanında belirdi. “Benden istediğin bir şey var,” dedi.
“Evet, var.” Sakin bir tonda konuşmak için çaba göstermesi gerekiyordu. “Ama ruhlara bu şekilde davranıldığını görmeye alışkın değilim.”
“Eğer seni endişelendiren şey buysa onları burada zorla tutmadığımı bilmeni isterim,” dedi Yorick. “Adalarda dolaşıp acı çeken ölüleri arıyorum ben. Bazıları yollarına devam etmeden önce bir süre benimle kalmak istiyor, hepsi bu.”
“Peki burada ne yapıyorlar?”
“Mezar kazıyorlar,” dedi Yorick. “Hepsi Kutlu Adalar halkından. Hemşerilerim huzur ve sükûnet arıyorlar.” Bir an dua eder gibi duraksadı. “Gel yukarıya, kütüphaneme geçelim. Orada baş başa konuşabiliriz.”
Kule zaman içinde aşınmış ve meşale dumanından isle kaplanmış koyu renkli, devasa taş bloklardan yapılmıştı. Helia harabelerinden de Illaoi ve Sarah'nın daha önce ziyaret ettiği mahzenlerden de eskiydi.
Bin yıldır tıpkı bir ölü gibi buraya gömülmüş. Durağanlığın vücut bulmuş
hali resmen. Kibarlığı durumu âdeta daha da kötüleştiriyordu.
Pencereden sızan soğuk, mavi bir ışık kulenin tepesindeki kitaplıklarla kaplı odayı aydınlatıyordu. Kapının yanında üzerlerinden bir Kara Sis pelerini dalgalanan, taştan yapılma iki omuzluk asılıydı. Ve yukarıdaki kitaplıkların birinin üstünde karanlık sis ve parlak mavi ışıktan oluşan bir bölüm yavaşça kendi kendine aydınlandı.
“Sis'in Hanımı o,” dedi Yorick. “Asırlardır benimle.”
“Yollarına devam ettiklerini söylemiştin.”
“Hazır olduklarında.” Yorick kütüphanenin kapısını kapattı. “Artık sen de hazırsan bana kemerindeki kutuda kimi sakladığını gösterebilirsin.”
Illaoi tek kaşını kaldırdı. “Onu hissedebiliyor musun?”
“Sis'in Hanımı benimle konuşuyor. O ruhun kim olduğunu bana söyledi.”
Illaoi boynuna astığı anahtarla kutuyu açtı. Yorick görebilmek için öne doğru eğildiğinde tılsım sert yüz hatlarını uğursuz bir ışıkla aydınlattı.
“Camavor'lu Viego,” dedi Yorick. Büyük, nasırlı elini kutuya doğru uzatırken bir anda duraksadı. “Afet'ten beri böyle bir şey görmeyi diliyordum. Ama... doğrusu daha fazlasını beklerdim.”
“Ne bekliyordun?”
“Sisin kaybolmasını bekliyordum. Ama hâlâ burada. Ruhların çektiği acıların son bulmasını bekliyordum. Ama hâlâ acı içindeler.” Illaoi, Yorick'in yüzündeki ifadeyi okumakta güçlük çekiyordu. “Belki kendimin de değişmesini bekliyordum.”
Illaoi onu çok iyi anlıyordu. O da Viego'nun defedilmesiyle acaba Gölge Adalar değişecek mi, acaba sis sonunda dağılacak mı diye düşünmüştü. Ama bu bizden daha büyük güçlerin kadir olabileceği bir şey, diye hatırlattı kendi kendine.
“Onu yendiğinizde gökyüzünde ışıkların parıldadığını gördüm,” dedi Yorick. “Ama ruhlar özgür kalmadı ve Sis'in Hanımı kulağıma fısıldamaya devam etti. Yani onlara karşı olan mesuliyetim son bulmuş değil.” Yüzünde katı bir ifadeyle Illaoi'ye baktı. “Ben kutsal bir tarikata mensubum, tıpkı senin gibi. Uzun yıllar mücadele etmek... Bizim düsturumuz budur. Kararlı, inançlı ve özverili olmak.”
Illaoi öfkelendi. “Nagakabouros'un hor gördüğü şey özveri değil zaten. Durağanlık.”
Yorick ayağa kalkarak pencerenin kenarına gitti. “Gel. Gel de şuna bak.”
Manastırın duvarlarının ötesinde kilometreler boyunca uzanan ormanlar ve sise bulanmış tepeler dört bir yana dağılmış mezarlarla doluydu. Fani zanaatkârların elleriyle yonttuğu mezarlar, sarsak sursak yürüyen ölülerin inşa ettiği eğreti, derme çatma mezarlarla yan yana duruyordu. Araziyi tepeden tırnağa, boydan boya dolduran mezar taşlarıyla sis gezginlerini birbirinden ayırt etmek pek güçtü.
“Daha önce bu kadar büyük bir mezarlık görmüş müydün?” diye sordu Yorick acı bir tonla.
Illaoi o anda Bilgewater'ın hemen hemen yarısı büyüklüğünde bir alana baktığını fark etti.
Yorick katı, duygularını kontrol eder bir sesle konuşuyordu. “Bu adalarda değişimi temsil eden biri varsa o da benim. Toprağı yarıp ruhları huzura kavuşturuyorum. Böylece etrafımdaki dünya değişmiş oluyor.” Illaoi'ye döndü. “Ben de bir bakıma senin Tanrıça'nı şereflendirmiş olmuyor muyum?”
Illaoi'yi inancına bağlı tutan bazı öğretiler vardı. Bunlar öyle karmaşık şeyler değildi; açık, merhametli ve insancıl öğretilerdi. Yıllar içinde Tanrıça'yla olan ilişkisi değişmiş olsa da inancının temeli hep sağlam kalmıştı. Hayat, hareket demektir. Yaşamak değişmektir ve değişim güçtür.
Sadece yaşayanlar değişebilir. Ölüler değil.
Illaoi şimdi bu temelin ayaklarının altından kayıp gittiğini hissediyordu. Ölüler kendi dünyalarını inşa edebilir mi? Kendi arzularının peşinden
gidebilir mi? Tabii ki hayır. Yorick böyle bir şeye nasıl inanabilir?
Daha önce yaşamla ölüm arasında sıkışan varlıkların hareket etmesine yardımcı olmuştu. Kanlırıhtım'ın Öcü, Pyke bunlardan biriydi mesela. Ama bu, Nagakabouros'un ona lütfunu bahşetmesi sayesinde olmuştu. Tanrıça'nın eli Yorick'in bölgesine değmiş değildi.
“Düşünüyordum da,” diye itiraf etti nihayet. “Ölülerin de kendilerine has bir devinimi olabilir. Ama Nagakabouros yaşamdaki süresini dolduran ruhları asla burada tutmazdı.”
“Yeniden doğmalarını mı sağlardı peki?”
“Evet. Mümkün olan en kısa sürede! Bir anlığına dahi olsa onları yaşamaktan alıkoymak büyük bir günah olurdu.”
“İşte aramızdaki fark bu,” dedi Yorick. “Sen ruhları henüz vakitleri gelmeden göndermek istiyorsun.”
Illaoi tartışma böyle devam ederse tılsım meselesini asla çözüme kavuşturamayacaklarını biliyordu. O yüzden konuyu değiştirdi. “Asıl göndermek istediğim ruh burada.” Tılsımı zincirinden havaya kaldırarak arkasındaki sembolü gösterdi. “Bunu senin tarikatındakiler yapmış ama Buhru tarzında. İçindeki ruhu nasıl yok edebileceğimizi biliyor musun?”
Yorick tılsımı çıplak eliyle tuttu. Tılsım onu Sarah gibi olumsuz etkilemişe benzemiyordu.
“Galiba bunu yapan kadını hatırlıyorum,” dedi. Kitap raflarına dönerek ince, gri bir parşömen tomarı çıkardı. “Bir Buhru denizcisiydi. Pek çoklarının denizde yitip gidişini görmüştü. O yüzden tarikatımıza katıldı, ölüleri huzura kavuşturmak için.”
Parşömen kadim Buhru yazılarıyla kaplıydı. Illaoi eski sözcüklerin büyük bir kısmını anlayabiliyordu. Bu zanaatkâr, yılan kehribarından yapılma cevherler üstünde çalışmıştı. Bu da sadece Buhruların kullandığı bir teknikti. Aynı zamanda öfkeli ruhları hapsedebilecek kadar sert kristal kabuklar oluşturmak için cevherlere yüksek ateşte su vermişti. Bu teknikse Kutlu Adalar halkına özgüydü.
“Ben Buhru dilini okuyamıyorum,” diye itiraf etti Yorick. “İşe yarar bir bilgi var mı?”
Illaoi sayfaya şöyle bir baktı. Gözü prizmalar ve merceklerle odaklanmış bir tür büyüyle çalışan maden eritme fırını çizimine takıldı. Işık ve ateşten oluşan çarklı bir dinamoyu andırıyordu. Çizimin üstünde “Yok Edilen Ruh” yazıyordu.
Her şey yeterince netti. “Cevherleri sertleştirmek için halkının makinelerinden faydalanmış. Aynı sıcaklığa ulaşarak tılsımın içindeki ruhu öldürebiliriz.”
“Fırınları mı diyorsun?” Hüzünlü hüzünlü güldü. “Fırın tuğlalarını mezar taşları için kullandım.”
İkisi de bir süre sessizce durdular, düşünüyorlardı. Illaoi, Sarah'nın nasıl olduğunu merak ediyordu. Acaba aradaki bunca mesafeye rağmen hâlâ tılsımı duyabiliyor muydu?
“Başka bir çözüm daha olabilir,” dedi Yorick aniden. “Tılsımı bir yanardağın içine atabilirsin.”
Illaoi ona göz ucuyla baktı. “Şaka yapıyorsun herhalde?”
“Hayır, yapmıyorum. Bin yıldır o taraflara hiç gitmedim ama yanardağ için bin yıl nedir ki?” Yine kitap raflarına dönüp kocaman bir tomar haline dürülmüş bir harita çıkardı. Kutlu Adalar'ın Afet'ten önceki halinin haritasıydı. Yollar ve şehirler rahatça görülebiliyordu. “İşte burası.” Yorick haritanın uzak köşesindeki küçük bir noktayı gösterdi. “Yaralıada. Buradan gemiyle gitmek yarım gün sürüyor.”
“Orada... bildiğimiz lav mı var?” Saçma bir soru olduğunun farkındaydı.
“Böyle şeyler zamanla değişir,” dedi Yorick. “Ama benim zamanımda vardı.”
Illaoi'nin aklında bir fikir belirdi. Eğer Pyke bile Tanrıça'nın yolunun doğruluğunu gördüyse bu adam da
görebilir. “Hâlâ senin zamanındayız,” dedi Illaoi. “Bizimle gel. Kralın yok olduğunu görmeyi dilediğini söylemiştin. İstersen onu ölüme kendi ellerinle gönderebilirsin!”
Yorick acı bir kahkaha patlattı. “Orası Kara Sis'in ötesinde. Ölüler diyarından çıktıktan sonra size yardımımın dokunabileceğini hiç zannetmiyorum.” Eliyle Sis'in Hanımı'nı işaret etti. “Benim gücüm ölülerden geliyor. Hem bin yıldır buradan hiç çıkmadım.”
“Öyleyse şimdi çıkmanın tam zamanı!” diye onu cesaretlendirdi Illaoi. “Bir günlüğüne de olsa buradan çık. Bunun senin de hoşuna gideceğinden eminim.”
Yorick bir süre düşündü. “Ne tuhaf bir fikir,” diye mırıldandı. “Bir şeyi sırf hoşuma gideceği için yapmak.” Duruşunu dikleştirerek koca kollarını geniş göğsünde kavuşturdu. “Haklısın aslında. Viego'yu öldürmek kadar hoşuma gidecek başka hiçbir şey yok.”
Manastırdan ayrılmak üzere avluda toplandılar.
Ruven grubun geri kalanından ayrı duruyordu. Yorick ruhlarına kapıyı açmalarını söylerken Illaoi ormanda bulduğu rota kâğıtlarını bir araya getirerek kaptanla konuşmaya gitti.
“Mürettebatınla aranızdaki sorunları hallettiniz mi?” diye sordu. “Gemiye dönmen huzursuzluğa yol açacak mı?”
Kaptan, Illaoi'nin yüzüne bakmıyordu. “Hı, evet hallettik. Dönebiliriz.”
“Seni tehdit ettilerse söyle. Benim bir görevim var. Ne senin ne de mürettebattan birinin bu görevi tehlikeye atmasına izin verebilirim.” Ruven yüzüne bakmamakta hâlâ ısrarcıydı. Illaoi gerginlikten zar zor nefes alıyordu. “İsyan çıkarmayı planlıyorlarsa bana söylemek zorundasın.”
Ruven omuz silkti. “İnan ki artık ben de bilmiyorum. Bana ne yapacakları da umurumda değil artık. Bu muhtemelen benim son yolculuğum.”
Illaoi rota notlarına baktı. Bunları kullanabilecek tek kişi o, diye düşündü. Açık denize çıktığımızda aklını başına getirmek için epey zamanımız
olacak.
Illaoi, Ruven'a kâğıt tomarını uzattı. “Senden odaklanmanı istiyorum,” dedi. “Özverili olmanı istiyorum. İstersen hayatını değiştirebilirsin ama bunun için çabalamak zorundasın.”
“Peki.” Ruven kâğıtları çamurdan lekelenmiş ceketine sıkıştırdı.
Gemiye dönerken kimseden çıt çıkmıyordu. Mürettebatın yarısı ölmüştü ve Ruven hayatta kalanlarla artık konuşmuyordu. Ruven gemiyi koydan çıkarırken Yorick korkulukların kenarında durmuş, kumsalda tek başına dikilen Sis'in Hanımı'nı izliyordu.
“Bin yıldır ilk defa ondan ayrılıyorsun,” dedi Illaoi. “Kendini farklı hissediyor musun?”
Yorick yakasına gizlediği kolyesine asılı küçük şişeyi gösterdi. İçi dupduru, parlak bir sıvıyla doluydu. “Sisin fısıltıları daha sessiz,” dedi. “Ve bundan çıkan ses daha yüksek.”
Illaoi'nin gördüğü şeyin ne olduğunu anlamlandırması biraz sürdü. “Kutlu su mu o?”
“Evet.” Şişeyi tekrardan yakasının altına sakladı. “Manastırdayken beni zar zor da olsa hayatta tutan şey buydu. Buradaysa bana güç vermesi için dua ediyorum.”
Gölge Adalar'ın en kenarındaki adalardan birine yaptıkları yolculuk pek uzun sürmeyecekti. Ada sadece yarım günlük mesafedeydi. Mürettebat hızlanmak için yelkenleri ayarlarken Ruven komuta güvertesinde endişeyle bekliyordu. Omuzları kambur, elleri cebinde, gözleri ufka odaklanmış biçimde duruyordu. Arada bir de mürettebata bakmayı ihmal etmiyordu tabii.
Illaoi ona doğru yanaştı. “Nagakabouros'tan ve Bilgewater'daki mevkiinden bahsedeceğimizi söylemiştik,” dedi. “Eğer hâlâ kendine bir rehber arıyorsan ben buradayım.”
Ruven ona bir bakış attı. Adamın gözlerinde bir şey vardı. Korkuya benzeyen bir şey. “Belki daha sonra,” dedi sessizce.
“Manastırdayken mürettebatınla neler konuştunuz?” Denizciler kim bilir ona ne kırıcı şeyler söylemişlerdi. Ne olursa olsun onları dinlese iyi ederdi.
“Bu konuda konuşmak istemiyorum,” dedi. “Görmüyor musun? Şu an çok yoğunum.”
Illaoi omuz silkti. Komuta güvertesinden inerek Yorick'le birlikte gemide yürümeye başladı.
Bundan bu kadar keyif alması Illaoi'nin kendisini de şaşırtmıştı. Yorick'in sis gezginleri ordusu gözünden ırak olunca adamın inancını onunla tartışıp bunu kendi içinde değerlendirmek kolaylaşmıştı. Gece boyunca derin mevzulardan konuştular. Yorick de tıpkı Illaoi gibi inançlarına içtenlikle bağlıydı ama öncelik verdiği şeyler çok tuhaftı. Onun için ölüleri iyileştirmek, onları yaşamın ışığına döndürmekten çok daha önemliydi.
“Bunu hiçbir zaman anlayamayacağım,” dedi Yorick'e. “Ama bu konuda samimi olduğuna eminim.”
“Anlamanı beklemiyorum zaten. Fakat beni dinlediğin için teşekkür ederim.”
Denizcilerin çoğu şafak sökmeden biraz uyuyup dinlenmek için alt güverteye geçmişti. Güneş doğduğunda Eğitimli Sıçan Kara Sis'in son pençesinden de kurtulmuştu. Artık hedeflerini görebiliyorlardı.
“İşte, orada,” dedi Ruven. “Ufuktaki şu gölge. Gittiğimiz ada orası.”
Mürettebattan birkaç kişi korkuluklara dayandı. Önlerinde uzanan soluk gri ufuk çizgisinde karanlık, konik bir siluet belirmişti.
“Yaralıada,” dedi Yorick dalgın bir şekilde. “Benim zamanımdan çok öncesinde orada yaşayan insanlar olduğunu duymuştum. Buna inansam mı bilemiyorum.”
Kıyıdan hâlâ kilometrelerce uzak oldukları halde Illaoi sülfürün berbat kokusunu alabiliyordu. Adaya yaklaştıkça ufukta gördükleri puslu gölge, kıyı çizgisinden kraterin ağzına doğru uzanan, çorak, ağaçsız ve kapkara bir kül dağına dönüştü. Dağ yer yer her biri ortalama bir evden daha büyük olan, sert görünümlü sivri kayalarla bezenmişti.
Mürettebat demir atarken Illaoi idolünü yanına almak üzere ranzasına gitti. Gemiye kasvet ve sessizlik hâkimdi. Gıcırdayan ahşabın ve geminin gövdesine çarpan dalgaların sesi dışında çıt çıkmıyordu. Denizciler hâlâ tavan kirişlerine astıkları hamaklarda uyuyordu.
İdolü ranzasının üstündeydi. Onu zar zor yanında taşıyarak alt güvertenin merkezine, topların arasına ulaştı.
Etraf ne kadar da sessiz, diye düşündü.
Sonra mürettebattan horlama sesleri duymadığını fark etti.
En yakınındaki hamağı tutup kendisine doğru çekti. Kristof... nefes almıyordu. Kupkuru dudakları açık kalmış, gözleri duygusuzca yukarı doğru bakıyordu. Illaoi ruhunun hâlâ orada bir yerde olduğunu hissedebiliyordu ama adam ölüden farksızdı.
Biri büyü yaparak bedenini dondurmuştu sanki. Böyle bir şeyin doğal yollarla gerçekleşmiş olması mümkün değil.
Hızla bir sonraki hamağa koştu. Oradaki denizci de ölüye benzer bir donuklukla öylece yatıyordu.
Gölge Adalar'dan ayrılan gemiler yanlarında kaçak yolcu da getirirler
elbet.
“Kim yaptı bunu?” dedi Illaoi. “Çık ortaya!”
PAT. Geminin ta diğer ucundaki merdivenin kapağı düşerek kapandı. Alt güvertenin tamamı karanlığa boğulmuştu.
Illaoi çömeldi ve idolünü sıkıca tuttu. Alt güvertede dövüşecek pek alan yoktu. Gemide kendisini zayıf hissettiği tek yer burasıydı. “Yorick'le birbirimizden ayrılmamızı bekledin, öyle değil mi?”
Karanlıkta mavi bir ışık parıldadı. “Evet,” dedi bir ses. “Bir de sisin geçmesini. Yeni arkadaşın onu silah gibi kullanıyor.” Illaoi'yle merdiven boşluğu arasındaki gölgelerin içinden Ruven belirdi. “Seninle baş başa konuşmak istedim.”
Vücudunun etrafı zayıf bir ışıkla parlıyordu. Ve arkasında duran başka biri vardı.
Kambur, cüppeye sarınmış bir ruhtu. Kutlu Adalar âlimleri gibi giyinmişti. Gizemli şekillerle dolu cüppesi, sanki kokuşmuş bir bataklıktan yeni çıkmış gibi kapkara çamur lekeleriyle kaplıydı. Adamın etrafında Kara Sis uzantıları dolanıyordu. Gergin, kirli sarı renkteki boynunun hemen üstünde sarkık, buruşuk, çarpık bir yüz vardı. Yüzünün tam ortasında da bir kurbağanınkine benzeyen devasa ağzı. Dudakları bir gülümsemeyle aralandığında, Illaoi birkaç sıraya dizilmiş sivri dişlerinin olduğunu gördü.
“Ben de çıtayı daha ne kadar düşürebilirsin diye merak ediyordum kaptan. Ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Bu canavarla nasıl anlaşma yapabildin?”
“Ben bana yardım eden bir adamla anlaşma yaptım! Tek istediğim buydu zaten. Biraz yardım.” Ruven'ın yüzünde acı bir gülümseme belirdi. “Hayatım boyunca çok ama çok çalıştım ben. Ruhani rehberliğe ihtiyacım yok Illaoi. Sadece biraz yardıma ihtiyacım var!”
Ruh elini kaldırdı. Elindeki küre Ruven'ın etrafını saran aynı mavi ışıkla parıldıyordu. Tıpkı ruhtan aktığı gibi küreden de Kara Sis akıyordu. Kürenin ışığı daha bir parlak yanmaya başlarken Ruven'ın kafası tuhaf bir biçimde kasılıyordu.
Illaoi, Ruven'a dair fikirlerinin ne denli yanlış olduğunu fark etti. Değişmeye zahmet etmek istemiyordu ki. Bir liderin hizmetkârı olmayı istiyordu. Sarah'dan daha merhametli bir lideri olmasını arzuluyordu, hepsi bu.
Alan fazla dardı, Illaoi ona şu an saldıramazdı. Bu yüzden konuşmayı devam ettirmeye karar verdi. “Peki bu ruhla nerede tanıştınız?” diye sordu topların arasında ilerlerken.
“Bartek beni hortlakların elinden kurtardı.”
Illaoi acı bir kahkaha atmaktan kendisini alıkoyamamıştı. “Seni kullanıyor, anlasana. Kimsenin kölesi olma, Ruven.”
Ruven bir anlığına tereddüt etti ama küre yeniden parıldadı. Sanki ruh, kendine gelmesi için onu bir kukla gibi sarsıyordu.
“Durdur onu,” dedi Bartek. Sesi bataklıktan çıkan bir hava kabarcığı gibi sert ve yoğundu. “Tılsımı al.”
Illaoi ilk hamlenin Ruven'dan gelmesini beklemedi. Açık alana doğru sessiz ve emin bir adım attıktan sonra idolünü Ruven'ın kolayca ortadan ikiye ayırabileceği zayıf bedenine doğru savurdu.
Ruven geminin öteki tarafına doğru uçarak yere öyle sert bir iniş yaptı ki çarptığı tahtalar kırıldı. Bartek şaşkınlıkla irkildi, ardından kulak tırmalayan bir çığlık attı. “Ahmak rahibe!”
“Kendine daha güçlü bir savaşçı bul,” dedi Illaoi. “Ya da kendin savaşmaya ne dersin?”
Illaoi ona doğru yaklaşırken korkarak geri çekilen yaratığın soruya cevap vermesine gerek kalmamıştı. “Benim efendim bana senin Tanrıça'ndan çok daha güçlü bir silah verdi,” dedi öfkeyle. “Ve bir de benim için dövüşecek bir savaşçı.”
Elindeki kürenin bir kez daha parlamasıyla kaptan kımıldanmaya başladı. Yavaşça, harap haldeki bedenini yeniden ayağa kaldırdı.
“Onu öldüremezsin,” dedi Bartek, Illaoi'ye. Nehrin Kralı'nın kedibalığı ağzına benzeyen dudaklarında genişçe bir gülümseme yayıldı. “Öldürsen de onu geri getiririm. Feneryakan'ın hediyesi sağ olsun ruhunun
tüm kontrolü bende.”
Feneryakan mı? Thresh! Illaoi bir adım geri çekildi. Bizzat Thresh'in hediye ettiği, ruhları hapseden bir yadigâr... Tanrıça aşkına. Durum hiç ama hiç iyi değil.
Ruven birbirine iple tutturulmuş çubuklardan oluşuyor gibi hareket ediyordu. Illaoi kollarındaki ve boynundaki kasların sanki biri onu yukarıdan çekiyormuş gibi toplandığını görebiliyordu. Onu yönlendiren şey kendi iradesi değil, büyüydü. Ruven kırık bacaklarını büktü, ardından olağanüstü bir hızla Illaoi'ye doğru atıldı. Illaoi yolundan çekilmek için topların arasına sıçrayınca idolü elinden bırakmak zorunda kalmıştı. İdol yerde ikisinin arasında yuvarlanıyordu.
Birden duraksadılar. Ruven, kaymış gözleriyle Illaoi'yi şöyle bir süzdü. Illaoi'yse derin bir nefes alarak idole doğru atıldı. Ruven da büyük bir hızla koştu ve Illaoi'nin kaburgalarına bir tekme savurdu. Illaoi havan topuyla vurulmuş gibi hissediyordu. Şimdi düşerek arkasındaki tahtaları kırma sırası kendisindeydi. İdolü elinden fırlayıp geminin gövdesinden dışarı uçtu, ardında Illaoi kadar büyük bir delik bırakmıştı.
İdol parmaklarının arasından kayıp giderken Nagakabouros'la arasındaki bağın söndüğünü hissetti. Kahretsin! Yumruklar konuşsun o zaman. Büyük güç sarf ederek yerden kalktı ve yeniden Ruven'ın karşısına dikildi.
“Ne oldu? Büyünü mü kaybettin?” dedi Ruven alaycı bir tonla.
“Olsun. İnancımı kaybetmedim ya. Seni ortadan ikiye ayırmayı öyle çok diledim ki,” dedi Illaoi. “Bence Nagakabouros dileğimi gerçekleştirecek.”
Ancak Ruven'ın çenesine doğru yumruk atmaya hazırlanırken Bartek elini havaya kaldırdı. Avcundaki küre parladı. Güvertenin dört bir yanındaki hamaklarda uzanan denizciler, bembeyaz gözleri ve tahta gibi katı bedenleriyle doğruldular. Hamaklarından aşağı inerken Piltover otomatonlarını andırıyorlardı.
“Ölülere saygısızlık ediyorsun,” diye bağırdı Illaoi.
“Onlar ölü değil! Ancak ben söylersem ölürler!”
Bartek küresini sallayınca denizciler Illaoi'ye saldırdı. Sekiz veya dokuz kişiydiler, her biri en az bir tuzlu su foku kadar güçlüydü. Illaoi bir yandan yumruklarıyla yüzünü koruyor bir yandan da gelen darbelerden kıvrak hareketlerle sıyrılıyordu.
İdolü yokken Nagakabouros'un dokunaçlarını çağırıp onlara hadlerini bildiremiyordu ama en azından yumrukları vardı. Tanrıça beni bile sınıyor, diye düşündü. Ama bu seve seve geçeceğim bir sınav!
Denizcilerden birinin omzuna öyle sert vurdu ki adamın kolu çat diye bir sesle yerinden çıktı. Bir diğerine öyle kuvvetli bir tekme attı ki adam uçarak üst güvertenin merdivenlerini paramparça etti. Rahibelik eğitimi sırasında öğrendiği farklı dövüş stillerini uyguluyordu. Yumruklar önde, tam yol ilerleyen bir gemi gibi. Bacaklar yerde, deniz
yatağındaki bir adanın kökleri gibi. Bir yandan Nagakabouros'a yakarırken öbür yandan Kristof'un yumruğundan sıyrıldı. Onu kucaklayarak omzuna alıp güverteye fırlattı. Alnından akan kanlar ahşabın üzerinde kırmızı lekeler bırakmıştı.
Illaoi duvardaki deliğe doğru geri çekilmeye başladı. Geminin dışında dövüşebileceğim daha çok alan var. “Kaptan, sen bir utanç kaynağısın,” diyerek kışkırtmaya çalıştı onu. “Kolay lokmasın.”
Tam da beklediği gibi Ruven'ın yüzü öfkeyle dolmuştu.
“Kendini zayıf hissediyorsun çünkü zayıfsın,” diye devam etti Illaoi. “Bu gerçeği değiştirmene kimse yardım edemez.”
Ruven ona doğru atıldı. Illaoi bu kez kaçmamış, adamın gücünün ikisini de geminin dışına fırlatmasına izin vermişti.
Kolları kenetlenmiş biçimde gün ışığının altındaydılar artık. Illaoi'nin gözü bir anlığına üst güvertedeki kargaşaya takıldı. Yorick her biri mavi ışıkla parlayan denizcilerin saldırısı altındaydı. Illaoi, Yorick'in bir kadını küreğinin yassı tarafıyla gemiden aşağı ittiğini gördü.
Ardından Ruven'la birlikte denize daldılar. İşte burası onun bölgesiydi. Evet, Ruven insanüstü bir güce sahipti ama yüzemiyordu. Illaoi'yse çocukluğundan beri şiddetli akıntılara karşı yüzmeye alışıktı. Ruven'ı koyun dibindeki kuma yapıştırdı, boynunu kavrayarak bastırdı. Sonra onu yumruklamaya başladı, ta ki parmak boğumları adamın dişleri yüzünden kesilinceye dek.
Illaoi suyun altında nefesini yaklaşık beş dakika tutabiliyordu, tabii enerjisini koruduğu sürece. Ruven'ı defalarca yumruklamak onu çok yormuştu, bu kez ancak bir buçuk dakika dayanabildi. Ardından biraz nefes almak için kendisini yüzeye doğru itti.
Ruven'sa koyun dibinde debeleniyor, o debelendikçe kumlar su yüzüne doğru çıkıyordu. Illaoi tekrar dibe doğru yüzdü, onu ceketinden yakaladı ve çeke çeke kıyıya kadar getirdi. “Vazgeç artık,” diye bağırdı Illaoi ona tekrar tekrar vururken. Ruven'ın yuttuğu sular ağzından dökülüyordu. “Sen ölü bir adamsın. Vazgeç artık!”
Ruven gözlerini gemiye dikmişti. Illaoi de kafasını o yana çevirdiğinde Yorick ve Bartek'in teknenin burnunda boğuştuğunu gördü. Yorick, Bartek'in boğazına yapışmıştı. Ama ruhun küreyi tutan eli havadaydı...
Küre göz kamaştıran beyaz bir ışıkla bir anda parladığında Illaoi, hissettiği acıyla kendini dizlerinin üstünde buldu. Sanki biri ateşten bir mızrağı kafasının üstünden vücuduna geçiriyor gibiydi. Tanrıça aşkına, bu ne böyle? Acıdan parmağını bile oynatamıyordu.
Ruven kırık bacaklarının üstünde emekleyerek ona yaklaştı, elinde bir hançer tutuyordu. “Onun efendisi çok güçlü Illaoi,” dedi. “Hepimiz birilerine hesap vermek zorundayız. Onun hesap verdiği kişi ilahi güçlere sahip bir hortlak. Hadi... Ver şu tılsımı artık.”
Illaoi o “ilahı” henüz birkaç hafta önce alt etmişti. Sadece, “Hayır,” diyebildi boğuk bir sesle.
Fakat kürenin yakıcı ışığı bir kez daha geminin üzerinde parıldadı ve bu kez verdiği acı çok daha beterdi. Illaoi dişlerini sıktı. Sanki biri zihnini bedeninden çekerek ayırmaya çalışıyor gibi hissediyordu.
“Pes et artık,” diye yalvardı Ruven ona. “Ruhunu emip seni kuklaya dönüştürecek. Tıpkı bana yaptığı gibi.”
“Denesin de... görsün gününü.”
Illaoi zorlanarak kolunu kaldırdı ve Ruven'ı elinin tersiyle tokatladı. Ruven zaten o kadar kötü durumdaydı ki tokadın etkisiyle sere serpe yere uzanıp kaldı.
Kısa süre sonra Illaoi'nin üzerinde bir gölge belirdi ve Bartek, Yorick'i Illaoi'nin yanına, yere fırlattı. Yorick sersemlemiş görünüyordu ama hâlâ hayattaydı.
Kara Sis filizleri etrafında hareket ederken Bartek öne doğru eğildi ve Illaoi'nin kemerine takılı kilitli kutuyu söküp aldı. “İşte beklediğim an,” diye gürüldedi.
“Beni iyileştirin efendim,” diye yakardı Ruven. “Yalvarırım... Yardım etmezseniz öleceğim.”
Buna karşılık Bartek soğuk, alaycı bir kahkaha atmakla yetindi. “Olmaz.”
Illaoi çok kısa bir süre sonra Bartek'in ortadan kaybolacağını biliyordu. Yorick'e döndü. “Mezarcı,” diye fısıldadı.
Yorick gözlerini kırpıştırdı, kafasını toplayarak yeniden odaklanmaya çalıştı. Kumlu zeminden destek alarak ayağa kalkacaktı ki sanki yanmış gibi elini geri çekti. “Aşağıda bir şey var,” diye cevap verdi. “Ölüler. Cesetler.”
Ruven yeni efendisinin cüppesinin eteklerine yapıştı. “Ölmek istemiyorum,” diye yalvardı ona.
Bu iş bittiğinde Ruven ölmüş olacak, diye düşündü Illaoi. Ama mürettebatı kurtarabiliriz. Bir Bartek'e bir Yorick'e baktı. “Çıkar onları.”
Yorick gözlerini kapadı. “Uyanın,” dedi kemiklere. “Yardımınıza ihtiyacım var!”
Illaoi önce sarsıntıyı hissetti, sonra gümbürtüyü duydu.
Kumlar dans etmeye başlamıştı. Yanardağın yamacındaki küller dalga dalga onlara doğru kayıyordu. Bartek'in suratına korku dolu bir ifade yayıldı. Derinlerde, okyanusun en dibindeki kaya tabakasında bir şey çatladı.
Ardından ruhlardan oluşan koca bir dalga yükseldi.
Yorick'in avcunun altında açılan yarıktan çıkan hiddetli ruhlar sel gibi akmaya başladı. Illaoi dört bir yanda kumlardan fırlayan ruhları izliyordu. Öyle büyük ve derin bir öfkeyle uluyorlardı ki resmen nefesi kesilmişti. Sülfür kokuyorlardı. Hava onların yanmış, saydam suretleriyle o kadar yoğundu ki çevresindeki arazi çarpıklaşmıştı.
Yorick elini önce havaya kaldırdı, sonra Bartek'e doğru yöneltti. Sırtındaki pelerinden çıkan bir Kara Sis uzantısı, şaklayan bir kırbaç gibi Helia'lı âlime çarptı. Etrafındaki sis kabarıp kıvrıldı.
“Bu adam sisin hizmetkârı,” diye bağırdı Yorick. “Sizi uyandıran, sizi buraya hapseden sisin!”
Ruhlar av peşinde koşan tazılar gibi Bartek'e doğru hücum etmeye başladı.
“Öldürün onu,” diye emretti Yorick.
Bartek kendisine çarpan ruh selinin etkisiyle kumların üstüne sırtüstü düştü. Düştüğü yerde koca bir oyuk açıldı. Öfkeli ölüler Bartek'in cüppesini çekiştiriyor, onu yumrukluyorlardı. Bartek yerde kıvranıyor, çığlıklar atıyordu. Ölülerin ellerindeki sülfür vücudunun her zerresini yakıyordu.
Onun elindeyse parıldayan bir şey vardı. Kutu! Illaoi ağrılarına rağmen zorlanarak da olsa ayağa kalktı. İçinden yüzlerce ruh âdeta fışkırarak çıkarken kum kabarıyor ve sarsılıyordu. Yanından büyük bir hızla geçen ruh ordusu Illaoi'nin saçlarını havalandırıyor, ona güçlü bir fırtına gibi çarpıyordu. Ayakta zar zor duruyordu.
Kendisini ilerlemeye zorladı. Düşe kalka da olsa Bartek'i cüppesinden yakaladı. Çevresinde toplanan ruhlar çığlıklar atıyor, Bartek'e vurmak için resmen birbirleriyle yarışıyorlardı. Bartek'e tutunmak, kasırganın ortasında dalgalanan bir bayrağa tutunmaktan farksızdı. Onu çekerek kendisine yaklaştırmaya çalıştı. “Ver şu tılsımı!”
“Tılsım efendime ait,” diye kükredi Bartek.
Illaoi çenesine bir yumruk savurdu. Bir şeyin çatırdadığını hissetti. “Efendin öldü,” diye bağırdı. “Dostlarımla ben onu öldürdük!”
Ama adamın çenesi kendi kendine bükülerek eski haline döndü. “Hayır,” diye haykırdı sarkık, eğri büğrü dudaklarından katran akarken. “O hâlâ yaşıyor!”
Küresini savurmaya çalıştı ama Illaoi onu yakaladı. Pürüzsüz yüzeyi ellerini yaksa da küre son kez parıldarken onu Bartek'in elinden kapmayı başardı. Etrafındaki ruhlar çığlıklar atarak geri çekilirken Illaoi arkaya doğru düştü.
Bartek'in denize doğru hızlı hızlı ilerlediğini gördü. Kutuyu o pis elinde sıkıca tutuyor, zafer kazanmış edasıyla süzülüyordu.
Ama ruhlar ona yetişmişti. Bartek'in üstüne çullandılar, saldırının etkisiyle ufka doğru fırladı. Suyun yüzeyinde bir top güllesi gibi savruluyordu. Sürüklendikçe iki yanından sular fışkırıyordu.
“Hayır,” diye bağırdı Yorick ölülere. “Durun!”
Ruhlar onu dinlemedi. Tüm okyanus hiddetli ruhlarla kaynıyordu, Illaoi'nin düşmanı ve görevi gittikçe kendisinden uzaklaşıyordu. Denizin açıklarında bir patlama gerçekleşti, fışkıran sular gemi direğinin bile boyunu aşıyordu. Kısa süre sonra biraz daha uzakta yine sular yükseldi. Ruhlar gemilerden de deniz canavarlarından da daha hızlı hareket ediyordu.
Illaoi, Bartek'in küresini elinden bırakarak dizlerinin üstüne çöktü. Alnını kumlara dayadı. Başaramadım. Viego'yu aldı.
Yorick de yanına oturdu. “Bu onların isteği, benim değil,” dedi karamsar bir sesle.
“Görevimi yerine getiremedim,” dedi Illaoi. “Sarah'yı yüzüstü bıraktım.”
“Kimi dedin?”
Illaoi zorlanarak doğruldu. “Yakın arkadaşım. Ona Viego'yu yok edeceğimi söylemiştim. Söz vermiştim.” Ama bana en çok ihtiyaç duyduğu anda onu yüzüstü bıraktım. Tanrıça beni
affetsin!
Yorick suya akın etmeye devam eden ruhları izliyordu. “Kontrol edemeyeceğim bir gücü serbest bıraktım,” dedi. “Asırlardır oraya hapsolmuşlardı, kayanın altına. Ruhlar şehri. Öyle çok acı, öyle çok öfke biriktirmişler ki... İntikam istiyorlar... ve Bartek de onları uyandıran Kara Sis'in hizmetkârı.”
Ruhların sonuncusu da topraktan çıkıp okyanusa doğru yol alırken Illaoi öfkelerinin biraz olsun yatıştığını hissediyordu. “Peki şimdi onlara ne olacak?” diye sordu.
“Adalar'a dönmeyi başarırlarsa ben onları bulacağım,” dedi Yorick. “Ama Viego'yu çalan o garabeti bulabileceğimi pek sanmıyorum.”
İkisi de güçlükle ayağa kalkıp savaş alanını incelemeye koyuldu. Bartek'in gemi mürettebatı üzerindeki etkisi geçmişti. Illaoi sahilde hareketsiz uzanan birçok denizci görüyordu. Geminin korkuluklarına serilmiş başkaları da vardı. Ruven da yakınlarda bir yerde yatıyordu, vücudunun yarısı kuma gömülüydü. Illaoi nabzını kontrol etti ama bir şey hissedemedi. “Ölmüş,” dedi Yorick'e.
“Ama ruhu hâlâ burada.”
Yorick, Ruven'ın yanında diz çöküp elini omzuna koydu. Illaoi, adamın bedeninden bir gölgenin yükseldiğini gördü. Gölge parlak sabah güneşinin altında soluk mavi bir ışıkla belli belirsiz parıldıyordu.
Solgun sesi sanki biri uzun bir borunun ucundan onlara sesleniyormuş gibi yankılanıyordu. “Ben öldüm!” diye haykırdı tedirgin bir tonla. “İlahlar aşkına! Ben öldüm!”
Yorick ruhun elini tuttu. “Artık güvendesin,” dedi. “Bedenin artık geçmişinin bir parçası.”
Ruven harap haldeki cesedine dehşet dolu gözlerle baktı.
“Artık her şeyi arkanda bırakabilirsin,” dedi Yorick. “Seni huzur bulabilmen için uyandırdım.”
Ruven donakalmıştı. “Huzur bulmak mı?”
“Söylemek istediğin bir şey var mı?” diye sordu Yorick. “Veya yapman gereken bir şey?”
“Mürettebatım olmadan huzur muzur bulamam,” dedi Ruven. “Ben onların kaptanıyım. Onlara borçluyum.” Etrafına bakındı. “O ifritin yadigârı nerede?”
Illaoi'nin şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Ruven son anlarında nihayet mürettebatını düşünmeye başlamıştı. Tanrıça aşkına, Yorick haklıymış. Ölüler de değişebilirmiş.
“Yadigâr bende,” dedi Illaoi. “Nasıl kullanacağını biliyor musun?”
“Ruhum onun içindeydi,” dedi Ruven. “Nasıl çalıştığını hissettim. Beni kurtaramaz... ama henüz ölmedilerse
onları kurtarabilir.”
“O halde onları iyileştirmeme yardım et,” diyerek yardım istedi Yorick. “Lütfen bana ne yapmam gerektiğini söyle.”
Ruven, Illaoi'ye döndü. Yüzünde abes bir gülümseme vardı, Illaoi onunla tanıştığından beri Ruven'ın ilk kez samimi bir şekilde güldüğünü görüyordu. “İyi izle rahibe,” dedi. “Sana neler yapabileceğimi göstereceğim.”
Ardından Yorick'in elini tuttu... ve gözden kayboldu.
Yorick sahile doğru koştu. Kıyıdaki denizciler ölmek üzereydi. Kimin ruhunun henüz bedeninden ayrılmadığını ve kimler için çok geç kalındığını biliyor gibi görünüyordu. Yorick, Ruven'ın rehberliğinde denizcilerin arasında dolaşıyordu. Elindeki küre parıldadığında denizciler yeniden nefes almaya başlıyordu.
Kristof öksürmeye başlayıp yeniden hayata döndüğünde Illaoi içinden, Yorick hem yaşayanları hem ölüleri iyileştiriyor. Acaba Tanrıça onun
hakkında ne düşünüyor? diye geçirdi.
Ama Tanrıça'nın ona Yorick hakkında ne düşünmesi gerektiğini söylemeyeceğini biliyordu. Bu, kendisinin vermesi gereken bir karardı.
Illaoi o akşam idolünü koyun dibinden çıkardıktan sonra Yorick'le birlikte Ruven'ı ve diğer ölüleri yanardağın ağzına yakın bir yere gömmeye gitti.
“Buranın manzarası müthiş,” dedi Yorick son mezarı da kapatırken. Küreğini hünerli bir zanaatkâr gibi kullanıyordu.
Illaoi yanardağın kenarına yaklaşıp aşağıda siyahlı kırmızılı fokurdayan lav gölüne baktı. Ne hissedeceğini bilemiyordu. “Belki gömdüğümüz denizcilerin ruhları Afet'in dünyanın geri kalanını da mahvedişini buradan izleyebilir,” dedi.
Yorick yanına geldi. “Ben böyle bir şeyin olacağını sanmıyorum,” dedi. “Viego dünyadaki herkesi öldürmeye çalışsa bile... gördün işte. Ölülerin de kendilerine has bir iradesi var.” Illaoi'ye baktı. “Yaşamım boyunca Viego'yu ortadan kaldırmak isteyen çok fazla ruhla tanıştım. Bize yardım edebilirler.”
Illaoi bir süre düşündü. Ölüler Viego'ya karşı ayaklanacak mıydı yani? Daha önce Gölge Adalar'da buna benzer bir şeyin yaşandığını görmüştü ama bu sürekli olabilecek bir şey değildi. Yorick'le birlikte başka bir gelecek mümkün müydü? Ruhlar ve Buhrular aynı hedef doğrultusunda yan yana yürüyebilir miydi? Kulağa imkânsız geliyordu. Ama...
“Onlara yardım edeceğim,” diye söz verdi Yorick.
Illaoi yüreğinde alışılmadık bir umudun yeşerdiğini hissetti. “Sen iyi kalpli birisin,” dedi. “Senin yeteneğin Nagakabouros'un bir vaadini yerine getirmesi gibi. Ölüleri durağanlık halinden çıkarma gücü... Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim.”
Yorick omuz silkti. “Yapmam gerekeni yapıyorum.”
“Hayır,” diye karşılık verdi Illaoi. “Sen herkesin beklediğinden fazlasını yapıyorsun. Ruven'ın ruhunu azat ettin. Onu ölümünden sonra harekete geçirdin. Ve tutsak ölülere devinim getirdin!”
Kelimeler ağzından döküldükçe içindeki şaşkınlığın giderek arttığını hissediyordu. Eğer bu mümkünse... diye düşünürken buldu kendisini. O zaman her şey mümkündür. Arkadaşlarımın hareket etmesi, Sarah'nın özgür
kalması, hepimizin daha iyi bir dünyada yaşaması...
“Nagakabouros'un bizi bir araya getirmesinin bir sebebi var,” diye devam etti. “Bence birbirimizden çok şey öğrenebiliriz, tıpkı kadim zamanlarda olduğu gibi.” Aklında sonsuz ihtimaller filizleniyordu. Kadim Buhrular ve Kutlu Adalar âlimleri birlikte inanılmaz işler başarmıştı. Sahip olmadıkları tek şeyse onları tek bir hedef, ortak bir amaç altında birleştiren bir görevdi. “Senin kardeşliğinle benim inancım dünya için aynı şeyi istiyor. Değişim ve gelişim. Özgürlük!”
“Diğer Buhruların bu konuda sana katılacağını hiç sanmıyorum,” dedi Yorick gülerek.
“Onları ikna edeceğim,” diye söz verdi Illaoi.
“Bence mümkün. Gençlik günlerimde halklarımız birbirine yakındı. Ama şimdilik evime dönmek zorundayım. Yanında olmam gereken ruhlar var.”
Sis'in Hanımı, diye düşündü Illaoi. “Anlıyorum, bu senin görevin. Dediğin gibi, kararlı ve özverili olmalıyız. Ama bir gün oradan ayrılmaya hazır olduğunda, Buhrular senin gibi şerefli bir keşişe seve seve kucak açacaktır. Viego'ya karşı vereceğimiz savaşta senin gibi bir dosta ihtiyacımız var.”
Yorick'in gözleri dağın içinde kaynayan lava döndü. “Daha önce hiç kimse benden ‘şerefli bir keşiş’ olarak bahsetmemişti,” dedi dalgın dalgın.